21 Haziran 2010 Pazartesi

0

Kiraz ağacı anma yazısı

Saros’a geldim, rüzgar aynı. İnekler köy tavukları daha yeni yeni boy atan ayçiçek tarlaları aynı. Deniz aynı, yine serin. Ama kiraz ağacı kurumuş. Geçen yıl biraz sessizdi, sanki küsmüş gibiydi bahçeye. Çok da üstünde durmamıştım, çünkü haspam pek bi havalıydı, severdi nazlanmayı.

Hadi bu da böyle bi şey olsun madem: Kiraz ağacını anma yazısı! Eski ve saçma sapan bir öyküyle anıyorum kirazı. Bana kızacağını da biliyorum, çünkü öykünün baş kahramanı değil kendileri. Varsın öyle olsun be kiraz. Sen yine de bir öykünün kirazısın. Bırak kirazı şurada anlı şanlı kahveperisi var bi naneye yaramamış ve yaramayacak olan.

Neyse şekelim bu kadar melan takılmak yeter. Al öykünü ver elimi.



Goncaların açmaya başladığını ilk olarak köşedeki kayısı ağacı fark etti. O yaşa gelene kadar ne öyle bir özen görmüştü ev halkından, ne de merak. Onun meyveleri iki yılda bir kocaman kocaman olgunlaşır, çoğu dayanamaz toprağa düşer, daha bir çoğu da midelere keyifle iner, kalan bir çoğu da kış aylarına reçel olurdu.

Şu bahçede kaç ağaç varsa hepsinin başına gelen de buydu zaten. Yani ne olurdu biri de geçse karşılarına ve Ah ne güzel, ne hoş! diyerek seyretseydi. Ama yok! Böyle bir zevki tadan ağaç görülmemişti daha, çiçekler bile dertliydi. Hele domateslerin marulların esamisi okunmuyordu. Varsa yoksa gül fidesi!

Eh işte herkesin gözü aydın olsun! diye düşündü kayısı ağacı. Goncalar açmaya başladı. Artık bayram mı ilan ederler, kutlama mı yaparlar bilemem.

Kiraz ağacına seslendi hemen. "Bak!" dedi, "Uyan!" dedi, "Goncalar açıyoor!" dedi.. Kiraz oralı olmadı. Çünkü biliyordu ki, hiçbir çiçek hiçbir marul ya da hiçbir maydanoz onun meyveleri kadar albenili, kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı olamazdı. Zaten hep gülerek izlemişti o hengameyi. Neymiş? Bahçeye bir gül fidesi dikilmiş! Hah gülsünler, sevsinler o fideyi! O kiim?? Kirazın kızılı kim??

Kayısı ağacı pek durmadı üzerinde bu vurdumduymazlığın.. Şimdi hiç sırası değildi kirazın kibriyle uğraşmanın. Kargalar başına üşüşüp iki saatte bütün meyvelerini iç ettiklerinde görürdü o havasını. Vardı daha zamanı. Hele kendi meyvelerinin günbatımına daha çok vardı. O zaten, tüm meyvelerin akşam hüznü gibiydi, bilirdi kıymetini. Ama şu gül yok mu! Neydi o öyle?.. Neydi? Keşke köklerine söz geçirebilse, keşke bir kahve içimlik uğrayabilseydi şu güle.

Hem, rengi neydi bu goncaların? Sanki biraz ben, biraz kiraz diye düşündü, ama güneş gözünü alıyordu o sırada, pek anlayamadı. Nasıl olsa yakında bütün bahçe ahalisi öğrenirdi. "Açmııışş açmış goncalar açmıışş!!" diye biri çıkıp ilan edecekti sonunda. Bütün yaz onu seyredeceklerdi, bütün yaz onu koklayacaklardı. Neye yarardı ki şu çiçekler koklanmaktan başka?

Kendi halinde, güne ilk defa merhaba diyen o dört goncanın ise bir solukluk merhabadan başka hiçbir şey umurlarında değildi. Ne ev halkının merakı, ne kayısının kıskançlığı, ne de kirazın kibri. Onlar gülün ilk soluğu, ilk nazı, ilk göz süzmesiydiler. Onlar seyredilirdi, onlara aşık olunurdu hayranlık duyulurdu. Bülbülleri bile vardı. Şiirleri vardı. Uğurlarına kırılan kalpler, çekilen hasretler, dökülen yaşlar vardı.

Her bülbülün bir nedeni vardı, ve hepsinin varoluş nedeniydi sanki o bir neden. Ama gülün bir nedeni değildi ki bülbüller. Yok canım! Olsa olsa varlığıyla değer kattığı, o bahçe gibi, o meraklı insanlar gibi ve o kıskanç ağaçlar gibiydi bülbüller. Ne önceki güller bilmişti değerini, ne de bu güller bilecekti. Dört goncanın dördü de, ve her goncanın her güle dönüşü de, bir bülbülle mümkün olacaktı.

Ama.. İşte bu da umurunda değildi o goncaların.

Oysa belki yaprakları defter aralarında kurumadan, unutulmuşluğun acısıyla üflenip temizlenmeden, bir şiirin dizesi olup ezbere atılmadan.. ve kısmet bu ya, belki reçel olmadan öyle kokulu.. Bir gül olarak yaşayıp, bir gül olarak solabilirlerdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

back to top