27 Ağustos 2011 Cumartesi

0

Sevgili Günlük- Karadeniz Turu- Trabzon Durağı

Karadeniz Turu'nun 7. günündeyiz.


       Kahvaltının ardından çayın hikayesini öğrenmek için çay fabrikasına gittik. Fabrika çıkışı mis gibi çaylar eşliğinde, fabrika müdürünün çay konusunda verdiği bilgileri dinledik. 
       En kaliteli çay Mayıs çayıymış. Şöyle ki, çay bitkisi senede 3-4 kez toplanıyormuş. Yılın ilk filizi Mayıs ayında toplanırmış. Dolayısıyla ürünün en taze hali Mayıs ayına ait olanmış. Mayıs çayını normal market reyonlarında bulamazmışız. Üzerinde "Hediyelik" yazan paketler Mayıs çayından oluşuyormuş.
       En kalitesiz çay da tamamen çayın tozundan (çabuk dem vermesi için) yapılan poşet çaylarmış. Tomurcuk çay diye piyasada satılan çayların çayın tomurcuğuyla alakası yokmuş. Bergamut bitkisinin aroması çaya katılarak o bilindik koku elde ediliyormuş.

Toplanıp fabrikaya gelen çay yaprakları önce 40 derecede solduruluyor, sonra çayın özsuyunun yapraklara geçmesi için eziliyormuş. 
       90 derecede fermantasyonla çay bakır kızılı rengini alıyormuş. Rutubeti alınması için 45 dk. fırınlanan çayda %2 rutubet bırakılıyor ve bu esnada da çay siyaha dönüyormuş.


       Çayı demlerken suyu biraz uzun süre kaynatıp demliğe önce suyu, sonra çayı atacakmışız. Önce çay atıp üzerine kaynamış su konulduğunda çay haşlanır, dolayısıyla da tadı bozulurmuş. Geldiğimizden beri çayı bu şekilde demliyorum.



       Fabrika gezisinden sonra çay almak için satış reyonuna geçtik. Mayıs çayının kilosu 14 lira, 7 liralık, yarım kiloluk paketlerde satılıyor. Biz çokça aldık. Gelince hediye ettiğimiz herkes, biz de dahil çayı çok beğendik. Çayları yanımıda taşımadık. Dönüş tarihimizi verdik, ertesi gün çaylarımız kargoyla eve geldi. Bundan sonra da bittikçe hep oradan alacağız. En az 3 kilo almak üzere, kargo ücretsiz, kapıda ödeme gönderim yapıyorlar.Almak isterseniz burada satılıyor. Sitede birçok ürün var, fakat müdürü bize linkte göreceğiniz beyaz paketli, hediyelik çayı önerdi.





       O sabah çok kötü kalkmıştım. Midem, başım fena ağrıyordu, her an bayılacak gibiydim. Aynı gün dağlara çıkıp, deniz seviyesine inmek karada vurgun yemiş gibi yaptı beni. Hatta eşim burada havaalanı var, istersen dönelim, dedi ama uzun sürmeyeceğini düşündüğüm ve ümit ettiğim için turu yarıda bırakmak istemedim.

       Çay fabrikasından Trabzon'a geçtik. Ben bu esnada biraz daha kötüledim. Böyleyken otobüs yolculuğu hiç çekilmiyor :(

       Trabzon'da ilk Ayasofya Kilisesi'ne gittik. Burası hakkında bilgim yok, ben dışarıda biryer bulup oturdum, kafile gezdi. Fotoğraflar oğlum ve eşimden. Onlar çıkmadan biraz önce girip bir tur bakıp çıktım. Kilisenin hemen yanında kazaziye takılar satan dükkanlardan alışveriş yapmak için serbest zaman verildi. Ben bu arada oradaki bir kafede nane-limon çayı yaptırıp içtim. Dükkanları da kısacık gezdim. Alınacak çok şey vardı ama turistik oldukları için sanırım fiyatlar aşırı şişirilmişti. Hasta olmamın etkisiyle de gözüm birşey görmedi ve hiçbirşey almadan çıktım. Eşim bana "sen gerçekten hastasın" dedi :) Çünkü gezinin bu bölümünü iple çekiyordum.





       Daha sonra Soğuksu Tepesi'ndeki Atatürk Köşkü'ne gittik. Köşk gerçekten muhteşem güzellikte. Çok bakımlı bir bahçesi var. Köşkün içine kafileyle girdim, ayakta durup görevlinin ve rehberin anlatımını dinledik, fakat ben kötülediğim için 5 dk. sonra dışarıdaydım. Sadece ilk katı gezebildim. Yer karolarına hayran oldum. Bir de o zamanki kalorifer sistemi mutfakta yemekleri sıcak tutmak için bile kullanılıyormuş, buna çok şaşırdım.

       Bahçenin arka tarafına çay bahçesi yapmışlar. Bir adam da hafiften kemençe çalıyordu. Kemençe sesini sevmem ama esintiye karışmış, yavaş ve hüzünlü bir parçaydı bu iki ayrı esinti bana çok iyi geldi...

Dışarıda beklemek balkondan bakanları fotoğraflamak için iyi fırsattı :)

Buradan Akçaabat'a gittik. Meşhur Akçaabat köftesi yemek için...
       Deniz kenarında, güzel bir yerdi. Yemekler çok güzel-di-miş. Bu kadar güzel yemekleri sadece ucundan tadabildim. Midem dolayısıyla sadece piyaz ve turşu kavurması yiyebildim. Ekşi ve tuzlu iyi geldi.

Akçaabat köftesinin sadece tadına baktım, güzeldi ama yiyemedim. Masadakiler, sağlığı yerinde olanlar çok beğendiler.


Laz böreğimi bile yiyemedim düşünebiliyor musunuz :( (ağlayan smiley)
Restaurant'ın yanındaki balıkçı tekneleri...
Yemek sonrası minibüslere binip (yine otobüs çıkmayan yerlere gidiyoruz) yaylalara doğru yola çıktık.
       Acısu,Koryana,Marzallı,Livera,Kuruçam,Kemaliye,Harmancık,Ağaçlı Yaylalarının büyüleyici manzarası eşliğinde yol alıyoruz. 
Yolda o kadar çok sis var ki, Balıklı Göl'de fotoğraf molası verecekken gölü göremeden geçip başka biryerde çay molası veriyoruz. Sisten göz gözü görmüyor. 
Görüş mesafesi...
        Siste topu görmeden oynanan voleybol evlere şenlikti. Herkesin üstü başı çamur içinde kaldı. Top her görünmeze kaçtığında, peşinden koşanın uçuruma gittiğini düşünüp yüreklerimiz ağzımıza geldi. Ertesi gün gördük ki, heryer düzlükmüş :)

        İlk kez burada üşüdük ve bu üşümek bana öyle iyi geldi ki. İlacın etkisi mi havanın mı bilemiyorum gün boyu ilk kez kendimi iyi hissettim. Bu arada birkaç saat önce deniz seviyesindeyken burada rakım 1580 m.

        Sıcacık çaylarımızı içip, üstümüzü kirletip, top peşinde koşturduktan sonra gecelemek için Hıdırnebi Yaylası'na gittik. Buraya bayıldım, fotoğraflar sonraki postta...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

back to top